“Bu sabah 8.30’da ilk hava uyarısı yapıldı. Yatağımda uzanırken giderek keskinleşen bir çınlama. Hemen giyinip L.’yle terasa çıktık. Gökyüzü açık. Bütün kulübeler kapalı. Kahvaltı ettik. Her şey berrak. Verilen arada Southwark’a hava saldırısı yapıldı. Hiç haber yok. Hepworth’ler pazartesi günü geldi. Daha çok deniz yolculuğuna benziyordu. Zorlama konuşmalar. Can sıkıntısı. Her şeyin içinden anlam uçup gitmiş. Gazete okumaya bile değmiyor. BBC bir gün öncesinden haberleri veriyor. Boşluk. Beceriksizlik. Bunları yazmamda yarar var. Roger üzerinde çalışmaya beynimi zorlamayı tasarlıyorum. Ama Tanrım, bu hayatım boyunca yaşadığım en kötü deneyim.”(1)
Böyle yazıyor Virginia Woolf, 6 Eylül 1939 tarihli günlüğüne. İkinci Dünya Savaşı’nın altıncı günü. Woolf’un, 28 Mart 1941’de, paltosunun ceplerini taşla doldurup evinin yakınındaki nehre atlamasından bir ay önce bitirdiği son romanı ‘Perde Arası’nda ise takvim yaprakları 1939 Haziran’ını gösteriyordur. Savaşın başlamasına iki ay vardır. “İngiltere’nin tam göbeğindeki ücra bir kasabada” uğursuz bir önseziyle geleceğini bildiklerini savaşı beklerken, pek de gösterişli olmayan Pointz Konağı’nda İngiltere tarihini anlatan bir tiyatro oyunu sergilemeye karar vermişlerdir taşralılar. Oyunun metnini Miss La Trobe adlı oyun yazarı yazmıştır. Başlangıcından 1939’un o haziran gününe uzanan İngiltere tarihinin oyuncuları kasabanın alt sınıflarından oluşur, seyirciler ise soylulardır. Bütün dünya barbarlığa doğru yol alırken, Woolf’un taşralıların ağzına yeniden Shakespeare’i yerleştirmesinde kadim bir uygarlığa, kültüre duyduğu inanç mı yatar? Köylüler, Shakespeare’in soylu kahramanları gibi şiir dilinde konuşurken, Avrupa faşizmin kara yazgısına hiç yenilmeyecek gibidir. Taşranın o donuk pastoral dekorunda soyluluğun kafiyeleri uçak bombardımanlarının yok edemeyeceği güçte bir kültürü mü temsil etmektedir? Peki ya, o soylu kafiyelerin arasına karışan inek böğürtüleri?
PASTORAL MANZARADA ROMANS VE EPİK
Flaubert, aşka aşık Emma Bovary ile Rudolph’u Tarım Şenliği’nin orta yerinde buluşturur. Niyeti, Emma’yı zavallı bir kurbanı olarak gördüğü romansların canına okumaktır. Rudolph’un ucuz aşk sözleri köylülerin kaba saba şakaları ve taşra kırlarını inleten böğürtüleri arasında anlamını yitirmiş, gülünçleşmiştir.
Woolf’un da niyeti bu mudur? Kraliyet dizelerine eşlik eden köy hayatı o gururla baktığı İngiliz tarihinin beyhudeliğini mi anlatmaktadır?
“Sonra birden hayal sönmek üzereyken inekler girdiler devreye. İçlerinden biri buzağısını kaybetmişti. Tam o anda kocaman, ay gözlü kafasını kaldırıp böğürdü. Ay gözlü kafaların hepsi geriye kaykıldı. Her inekten aynı özlem dolu böğürtü yükseldi.”(2)
İneklerin böğürtüsü temsil sırasında oluşan boşluğu doldurmuştur, oyun yazarı alkışlarla selamlar onları. Oyuncular oyunlarına devam ederler.
Mina Urgan, Woolf’un bu pek de anlaşılmayan romanında, İngiltere tarihini anlatan bir temsili konu etmesini, Almanlar her şeyi yıkıp yok etmeden önce ülkesini ve tarihini yüceltme girişimi olarak yorumlar.(3) Oysa Terry Eagleton’ın Woolf’ta gördüğünü söylediği politika yapma biçimi bu konuda daha açıklayıcı olabilir:
“Woolf’un romanlarının faşizm karşıtı eserler sayılması için ille de Hitler veya Mussolini’yi kınaması gerekmez: Metinlerin tam da dokusunda ve sözdiziminde, geleneksel anlatı biçimleriyle haylazca oynamalarında, geçici ve eksik olana düşkünlüklerinde, başıboş duygulara ve yarım kalmış şeylere incelikle odaklanmalarında mevcut olan bir politika biçimidir bu.”(4)
Evet Miss La Trobe’un beceriksiz temsili, beceriksiz oyuncuların elinde gülünç bir gösteriye dönüşür, hayvanlardan oluşan bir taşra korosu, Yunan tragedyalarındaki koro gibi sürekli varlığını duyurmakta, belki de o ışıltılı kahramanların birkaç ay sonra Alman uçaklarıyla çizilecek acılı yazgısını haber vermektedir. Dünyayı hizaya getiren insan, yanı başında küstahça varlığını duyuran ineklere karşı çaresizdir. Flaubert’te romanslara galebe çalan gerçeklik, Woolf’ta görkemli bir tarihi lime lime etmiştir. Tezek kokan taşra doğası, İngiltere tarihinin büyüklüğü karşısında büyülenmeye, sabahları göz ucuyla baktıkları gazeteleri bir çırpıda unutarak porselenlerinin güzelliği karşısında kendinden geçmeye hazır taşralıları gerçekliğe çağıran bir işlev mi üstlenir? Ne de olsa Eagleton’ın dediği gibi:
“Perde Arası’nın tam merkezindeki İngiliz köy yaşamının görünürdeki istikrarı, savaştan harap olmuş bir tarihe ters düşer. Sömürgeci fetih ve barbar tarihöncesi, kurmacanın uygarlaştırılmış yüzeyine hiç de uzak değildir.”
Evet, hiç uzak değildir, nitekim taşra seyirliğinde İngiltere’nin sömürgeleri de vardır. Hayaletlere ve skandallara inanan hizmetçi kızlar, zamanın durduğuna yemin etmiş soylulardan mürekkep taşra hayatında durağan olmayan tek şey doğadır. Nitekim, soyluluğunu borsa simsarlığıyla değişen Giles, doğaya karşılık verdiğinde bir eylemde bulunduğunu düşünüp rahatlar:
“Tam orada, zeytin yeşili halkasıyla çöreklenmiş bir yılan çıktı karşısına. Ölü müydü? Hayır, boğazına bir kara kurbağa takılmıştı. Ne yılan kurbağayı yutabiliyordu ne kurbağa ölebiliyordu. Kaburgalar kasıldı birdenbire, dışarı kan sızdı. Doğumun tersyüz edilişiydi bu, korkunç bir çarpıtmaydı. Ayağını kaldırdığı gibi olanca gücüyle bastı üstlerine. Kütle ezildi, cıvıdı. Tenis pabuçlarının beyaz bezine kan bulaşmıştı yapış yapış. Yine de bir eyleme girişmişti. Eylem, içini rahatlattı. Kan lekeli pabuçlarıyla yürüdü ambara doğru.”
Belki de her şey tam iki ay sonra patlayacak ama taşralı soyluların kendi hayatlarından çok uzakta gördükleri savaşın habercisidir. Ortalığın kan gölüne döneceği bütün mahlukatın malumudur.
Peki konu nedir?
Sahnelenen oyun, onca şamata arasında anlaşılmaz, sözcükler hiç susmayan rüzgar yüzünden duyulmaz olunca seyircilerden şikayetler yükselir. Ne anlatıyor bu oyun, konu nedir?
Oysa Miss La Trobe’a göre konunun hiç önemi yoktur. Konunun tek işlevi duygu üretmektir. Eagleton’ın dediği gibi, “Virginia Woolf’a göre, roman edebi türler arasında ‘en esnek olanıdır’. Roman öteki yazınsal türleri taklit eder ve dönüştürürken aynı zamanda onların parodisini yapar. Edebi atalarını kendi bünyesine eklemleyerek adeta Ödipal bir intikam alır.” Woolf, belki de bu esnekliği en çok ‘Perde Arası’nda kullanır, niyeti de bir duygu üretmek değil, türler, biçimler ve gerçeklik ile temsil arasında geçişlerle görünmeyeni açığa çıkarmaktır. “Garibaldi, Wellington, Sulama Dairesi Memurlarının Raporları, Hibbert’in At Hastalıkları”ndan mürekkep taşra eşrafı kitaplığının Shakespeare külliyatıyla, inek böğürtülerinin kafiyelerle, temsilin gerçeklikle çarpıştığı bu kanlı arenada seyirciler oyun yazarının yakasına yapışıp Allah rızası için ayan beyan bir anlam isterler. Oysa yazarın onlara vereceği bir şey yoktur.
SON PERDE
Son perdede söz yoktur, oyuncular ellerinde tuttukları aynalarla seyircilerin arasına dalarlar. En çok kafa karıştıran ve hoşnutsuzluk uyandıran bölüm de bu olur. Yazar seyircilere ayna tutarak ne demek istemiştir?
“Aynalar, ayağa fırlayarak, sıçrayarak, zıplayarak döndüler ortalığa Işık tutarak, gözleri alarak, dans edip hoplayarak. Bir ara Bart… yansıdı birine. Bir ara Manresa. Derken bir burun. Şuradan bir etek. Sonra bir sürü pantolon. Şu bir yüz mü? Bizler mi? Düpedüz hainlik bu. Bizi olduğumuz gibi yakalamak, daha nasıl bir tavır takınacağımızı kestirmeye… Üstelik parça parça… Asıl çarpıtıcı, sinir bozucu, ayıp olan da bu.”
Köy ahalisi de şamatayı duyunca koşup gelmiştir:
“İnekler de katıldılar, üstümüze sağlık, tam bir kör dövüşü! Debelenmeler, kuyruk şakırtıları arasında doğanın gizleri bir bir çözüldü, Dünyanın Efendisi İnsan’ı, yabaniden ayırması gereken bağlar da var. Derken köpekler de katıldılar şenliğe. Gürültüden kızışıp telaşla koşup geldiler!”
Köy seyirliğinin eleştirmeni de doğal olarak köy papazıdır. Zaten temsilin amacı kiliseye yardım toplamak değil midir, eleştirmenlik görevinin papaza düşmesi de doğaldır. Gelgelelim, papaz yazarın seyirciden, Woolf’un da bizlerden esirgediği anlamı bulup çıkarmaya muktedir değildir. Kendine pek de güvenemeyerek sorar cemaatine: Yazar acaba, bizlerin birbirimizin bir parçası olduğu mesajını mı vermiştir? En azından o öyle anlamıştır. Doğanın kendi sözünü söylediği izlenimine kapılmıştır papaz, ne hakla kendimizle sınırlayabiliriz hayatı diye sormuştur kendi kendine. Papaz oyunun mesajını yardımsever cemaati için arayıp bulmaya çalışırken gökyüzünde bir uçak filosu dolaşmaktadır.
Temsil boyunca gramofondan yükselen “Darmadağınız” şarkısı yerini, “Tanrı Kralı Korusun” şarkısına bırakır. İngiltere tarihi gelip bugünde, o rehavet dolu, işbirlikçi kabullenişle son bulacaktır: “Tanrı Kralı Korusun.”
Kralı koruyan Tanrı’nın anlam yokluğu karşısında kalabalığın hıncına uğrayan yazara merhameti yoktur. Papaz, alçak gönüllülüğü bırakıp kalabalığa sorar: Ayrıca sonunda kafamıza birtakım sorular takılı kalmışsa, oyunun başarısızlığını göstermez mi bu?
‘Perde Arası’nın da Woolf’un “az başarılı” romanlarından biri sayılmasının nedeni bu mudur? Kim bilir… Oysa, bir yazarın dünyaya son bakışında hissettiği o derin sızı vardır ‘Perde Arası’nda.
Miss la Trobe, “Fiyasko” diye nitelendirdiği temsilden sonra bir yenilgi duygusuyla eşyalarını toplar. “Utku, aşağılanma, haz, umutsuzluk gibi karmaşık duyguların verdiği acıyı” orada çekmiştir, “üstelik de boş yere.” Bu, Woolf’un yorgunluğunun aynısı mıdır?
EN UZUN İNTİHAR MEKTUBU
Mina Urgan’ın aktardığına göre, bir eleştirmen ‘Perde Arası’nı “İntihardan önce yazılmış en uzun mektup” diye tanımlamıştır. 26 Şubat 1941’de günlüğüne, başlangıçta adını ‘Önümüzdeki Savaş’ olarak düşündüğü ama sonra ‘Perde Arası’ olmasına karar verdiği romanı bitirdiğini yazar Woolf. Günlük’teki son tarih 8 Mart 1941’dir. 28 Mart 1941’de de intihar edecektir zaten. Oysa 13 Mayıs 1940’ta “Ama L. Eğer Hitler kazanırsa intihar etmek için garajda benzin olduğunu söylese bile hayatımız sürüp gidiyor” diye yazmıştır günlüğüne. Evet, hayat sürüp gitmektedir, acılar içinde ‘Perde Arası’nı yazmaktadır Woolf. Eagleton’ın deyişiyle, büyük İngiliz yazarlarının, radikalliğine yaklaşamadıkları sözcükleri savaş uçaklarının uğultusu tarafından yutulana kadar yazar. Artık taşranın şamatası da kalmamıştır. Rüzgâr taşralı hayvan korosuyla bir olup İnsan’a oyun oynamayacaktır artık. Taşra seyirliğinin son perdesi dünyada hangi sesin yankılanacağını göstermiştir, uçak filosu havada süzülürken.
Kim bilir belki de Woolf da yorgun bedenini nehre doğru sürüklerken, Miss La Trobe gibi “Fiyasko” diye haykırmıştı, 59 yıllık temaşa-ı dünyadan sonra.
Dipnotlar
1. Virginia Woolf, Bir Yazarın Günlüğü, Çev. Oya Dalgıç. İstanbul: İş Kültür, 2014.
2. Woolf, Perde Arası, Çev. Tomris Uyar, İstanbul: İletişim Yayınları, 2023.
3. Mina Urgan, Virginia Woolf, İstanbul: YKY, 1995.
4. Terry Eagleton, İngiliz Romanı, Çev. Barış Özkul, İstanbul: Sözcükler, 2012.